T.C. Mİllî Eğİtİm BakanlIğI
ARDAHAN / MERKEZ - Kazım Karabekir Yatılı Bölge Ortaokulu

Makaleler

ATATÜRKÇÜLÜK

Atatürk´ün dünya görüşünün temelinde "muasır medeniyet" dediği Batı Medeniyeti ana fikri yatmaktadır. Atatürk de aslında Doğulu ve İslami bir toplum olan Türk Toplumu için, Tanzimattan beri yenilenme ve kurtuluş yolu olduğuna inanılan Batıya yönelme hareketine inanmıştır. Fakat onun Batıcılığı Tanzimat ve Meşrutiyet devirlerinin Batıcılığı gibi tavizci değil mutak ve radikaldir. Bu sebeple bütüncü ve samimidir. 

Atatürk 10 Ekim 1923 de Fransız yazarı Maurice Pernot ya verdiği bir demeçte şöyle söylemiştir: "Türklerin asırlardan beri takip ettiği hareket devamlı bir istikamet muhafaza etti. Biz daima şarktan Garba doğru yürüdük... Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye´de asri binaenaleyh garbi bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edipte garba yönelmemiş olan millet hangisidir ?" diyordu. 
Atatürk´ün Batıcılığı radikaldi. Gerçekten Atatürk Tanzimat´dan beri gelen Batıcılığın yarattığı ikiliği mesela okulun yanında medrese, adliye mahkemeleri yanında şeriye mahkemeleri, şalvarın yanında pantolon ikiliğini reddetmiştir. Batı medeniyetini bölünmez bir bütün olarak almış, yalnız teknikte, bilim ve felsefede değil edebiyatta, güzel sanatlarda, hukukta duyuş, düşünüş ve yaşayışda da Batılı olmak gerektiğine inanmıştır. 

Atatürk´ün dünya görüşünün radikal olması ve bu sebeple kültürle medeniyeti birbirinden ayırmaya imkan vermez görünmesi onun gerçeğini tam yansıtmaz. Atatürk´ün kültürle yapmak istediği batılılaşma yönündeki devrimi sadece Batının metodunu, kalıplarını, ve özellikle batılı düşünüş tarzını getirmektir. Çünkü Türk toplumunun geri kalmasındaki en büyük sebebin kültür ikiliği olduğuna inanmakta, tanzimat batıcılığının ister istemez meydana getirdiği bu ikiliğe son vermek, Batılı zihniyette ve şekiller altında milli bir kültür yaratmak istiyor, aydınla halkın bu kültürle kaynaşmasını istiyordu. Milletine "Ne mutlu Türküm diyene!" haykırısı ile seslenen bir insanın başka türlü düşünmesine imkan yoktur. 1934 de şöyle söylüyordu: "Bir artık grabliyiz. Eski dünyaya hakim eski medeniyetimizle sadece övünerek değil, bütün zincirleri kırarak, son asır medeniyetinin gittiği yollardan yürüyerek, bu seviyenin de üstüne çıkmağa çalışacağız" diyordu. Cumhuriyetin 10. yıldönümü münasebetiyle söylediği tarihi nutuk onun Batı uygarcılığının en içten gelen, en azimli ifadesidir. 

Atatürk yeni devrimlerin korunması ve sürdürülmesi için aydınlara güvenmiştir. "Millet iradesi ile milleti temsil edenler münevverler olacaktır. Bunlar yaptığımız veya yapacağımız kanunlarla inkilaplarımızı gerçekleştirecek ve muasır medeniyet seviyesine ulaştıracaklardır." diyordu. Böylece her zaman ve her toplumda geçerli olan bir gerçeği, yani toplumlarda aydınların daima yol gösterici rolünü oynamak durumunda bulundukları gerçeğini açıklıyordu. 

Yine 10. yıl nutkunda Cumhuriyeti gençliğe emanet ederken Türk gençliğine olan güvenini ortaya koyan Atatürk devrimlerin bekçiliğinde de Türk gençliğine güvenmiştir. Bu nedenle her yurtsever ve gerçek aydın Türk Atatürkçülük önce kendini yetiştirirek batı medeniyeti seviyesine ulaşmaktır. Bu ilk görev olan devrimlerin bekçiliği için vazgeçilmez şarttır. 
Bu itibarla Atatürk´ün dünya görüşü medeniyet değiştirme yönünden daha ziyade mutlak, kültür değişmesi yönünden ise daha ziyade nisbidir. Çünkü medeniyet daha ziyade milletlerarası maddi ve manevi değerler manzumesi olduğu halde kültür, milletlerarası etkilere kapalı olmamakla birlikte, daha ziyade milli değerler bütünüdür. 

Milli dava, kişiliğinin devamıdır. Atatürk´ün tarih tezi, dilde sadeleşme istemesi ve kültür alanındaki bilinen diğer devrimci reformları Batı potası içinde Batı etkisine açık bir milli kültür yaratmak içindir. 
Netice olarak, Atatürk´ün dünya görüşünün büyük niteliği bir doğma olmaması, realist ve prağmatik olmasıdır. Bu sebeple Atatürkçülük, faşizm ve Komünizm gibi doğmatik ideolojileri red eder, onların maskesi ve kalkanı olarak kullanılamaz. 

Atatürk´ün dünya görüşünün realist ve pragmatik, yani faydaya ve eyleme dönük bir dünya görüşü olması onun esnek bir dünya görüşü olmasını, başka bir deyimle, yeni şartlara uymayı kabul etmesini gerektirir. Fakat onun canlılığını ve devamlılığını sağlayan bu realist ve pragmatik olma niteliğinin, yani esnekliğinin bir sınırı vardır. Bu sınır ise Batı medeniyetini meydana getiren duyuş, düşünüş ve yaşayış tarzını, onun hukuki, siyasi ve ahlaki temel ilkelerini kesinlikle ret eden komünist ve fasist ideolojilerdir. Zira bu ideolojiler aslında Batının insanlığa kazandırdığı her çeşit vasıtadan faydalanmakla beraber, ona ters düşen, hatta onu spıtiralist ve hüriyetçi düsünce sistemi ve insan kavramı yönünden inkar eden ideolojilerdir.

 

 ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ


Türk milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, aklın ve bilimin rehberliğinde Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyine çıkarılması amacı ile temel esasları Atatürk tarafından belirlenen gerçekçi fikirlere ve ilkelere, Atatürkçülük veya Atatürkçü Düşünce Sistemi denir.

Türkiye Cumhuriyeti´nin temeli, Türk milletinin engin tarihî geleneklerinden haz ve ilham alan Atatürkçü Düşünce Sistemi´ne dayanır. Modern devletlerde devletin üç temel görevi vardır. Bunlar; tam bağımsızlık, millî egemenlik ve millî birliği sağlamaktır. Atatürk, tam bağımsız, millî egemenliğe dayanan, millî birlik ve beraberliğe büyük önem veren bir devlet anlayışını hayata geçirmiştir. Atatürkçülük, devletin rejimi ve işleyişiyle ilgili gerçekçi düşünceleri ve uygulamaları kapsar.

Türk milleti, binlerce yıllık tarihi içinde köklü bir devlet geleneğine sahiptir. Diğer milletler karşısında varlığını bu sayede sürdürmüştür. Devletin millet için önemi, kuvvetli bir gelenek olarak benimsenmiştir. Bunun sonucu olarak devlete bağlılık, kanunlara saygı, devlet-millet kaynaşması oluşmuştur. Atatürk, Türk milletinin sahip olduğu bu devlet geleneğini, çağın gereklerine göre daha da güçlendirmiştir. Atatürk, bir milletin yükselişi ve gerilemesini ekonomiyle bağlantılı görmüştür. "Yeni Türkiye´mizi lâyık olduğu seviyeye yükseltebilmek için mutlaka ekonomimize birinci derecede önem vermek zorundayız." diyerek ekonominin önemini dile getirmiştir. Atatürkçü Düşünce Sistemi, Türk milletinin sosyal ihtiyaçlarını karşılamayı ve ekonomik alanda kalkınmasını sağlamayı hedef alan bir düşünce sistemidir.

Atatürkçülük, aklın ve bilimin rehberliğinde Türk milletini çağdaşlaştırmayı amaçlar. Türk milletine, millî kimliğini kaybetmeden dünya milletleri arasında hak ettiği yeri kazandırmayı hedef alır. Bugün ve gelecekte millî onurumuzdan ve bağımsızlığımızdan en küçük bir taviz vermez. Atatürkçü Düşünce Sistemi, Türk milletinin çağdaşlaşmasında önemli bir yer tutar.
Atatürkçülük, devlet yönetiminde millet egemenliğini esas alan bir sistemdir. Atatürk, Türk milletinin devlet yönetiminde söz ve karar sahibi olmasına büyük önem vermiştir. Bunun en güzel örneğini önce Erzurum ve Sivas kongrelerini toplayıp milletin fikrini alarak göstermiştir. Daha sonra 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM´yi açarak milletin devlet yönetiminde söz ve karar sahibi olmasını sağlamıştır. Tarih boyunca hür ve bağımsız yaşamayı amaç edinmiş Türk milleti de Atatürkçü Düşünce Sistemi´ni benimsemiş, bu sistemi yaşatmaya ve yüceltmeye karar vermiştir.

Atatürkçülük, Türk milletinin güven ve huzur içinde yaşamasını hedef alan bir dünya görüşüdür. Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi´ni açarak hâkimiyetin millete ait olduğunu göstermiştir. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte Türk milleti, kendi yöneticilerini seçerek demokratik yaşam biçimini günlük hayatında uygulayan medenî milletler arasında yerini almıştır.

Atatürkçülüğün temelinde, Türk kültürü ve insanlığın binlerce yıllık yüksek değerleri olan, bağımsızlık, özgürlük, insan ve vatan sevgisi vardır. Atatürk, bu değerleri göz önünde bulundurarak, Osmanlı Devleti´nin yıkıntıları üzerinde millî bir devlet kurmuştur. Türk devletinin güçlenmesini ve halkın mutluluğunu sağlamak, ülke gerçeklerinden ayrılmamak, halka saygılı olmak Atatürkçü Düşünce Sistemi´nin başlıca gayeleridir. Devletimizin gelişip güçlenmesi ve her türlü tehlikeye karşı korunması için Atatürkçülüğün yaygınlaştırılıp benimsenmesi gerekir.

 

ATATÜRKÇÜLÜĞÜN NİTELİKLERİ

Atatürkçülük, Türk milletinin ihtiyaçlarından doğan, toplum hayatına yön veren gerçekçi ve millî bir sistemdir. İlerlemeye ve yenileşmeye açıktır. Atatürkçülük, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmadır. Atatürkçülük, Türk toplumuna uygun sosyal ve siyasî kurumlar kurarak modern toplum olma demektir.

Atatürkçülüğün temelinde millî kültür vardır. Millî kültür, millî bir dünya görüşü olmasına rağmen evrensel özellikler de taşır. Atatürk´ün yapmış olduğu kurtuluş mücadelesi mazlum milletlerin kurtuluş ümidi olmuştur. Atatürkçülük, hiçbir milleti sömürmeyi ve bağımsızlığını ortadan kaldırmayı amaçlamamıştır. Tüm insanlığın barış ve huzur içinde yaşamasını hedeflemiştir. Atatürk´ün başlattığı bağımsızlık mücadelesi ile birlikte diğer sömürge milletler de Atatürk´ün önderliğinde verilen Türk bağımsızlık savaşını örnek almışlardır.

Atatürkçülüğü oluşturan ilkeler, birbirini tamamlayan bütünün parçaları gibidir. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, ve halkçılık birbirinden ayrı düşünülemez. Cumhuriyetçilik ilkesi, Atatürk´ün devlet anlayışının temellerinden birini oluşturan millî egemenlik ilkesinin doğal bir sonucudur. Atatürk milliyetçiliği, hürriyet ve insan şahsiyetine değer veren eşitlik fikrine dayanır. Halkçılık ise milliyetçilik fikrinin bir sonucu olarak bütün fertlerin eşit hak, yetki ve sorumluluklara sahip olmasını öngörür. Ayrı ayrı ele alınırlarsa tam olarak anlaşılmazlar. Lâiklik, modern toplum düzeninin oluşmasını sağlayan en önemli ilkedir. İnkılâpçılık bunların toplumda yaygınlaştırılıp kökleşmesini sağlar.

Çağdaş medeniyet düzeyine ulaşmayı amaçlayan Atatürkçü Düşünce Sistemi, akılcı ve bilimcidir. Ülke bütünlüğünün korunması için millî birlik ve beraberliğe önem verir. İnsan hak ve hürriyetlerine saygılıdır. Atatürk´ün "her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir" sözü bunu çok güzel açıklar. Dünyadaki milletlerin mutluluğu birbirlerinin haklarına saygılı olmaları ile mümkündür. Dünya barışı ancak bu şekilde korunur.

 

ATATÜRK´ÜN DÜŞÜNCE SİSTEMİNİ 
OLUŞTURMASINA NEDEN OLAN ETKENLER

Atatürkçü Düşünce Sistemi´nin oluşumunda Osmanlı Devleti´nin son dönemindeki olaylar, Atatürk´ün yetiştiği ortam, bazı düşünürlerin fikirleri ve dünyadaki demokratikleşme hareketleri gibi faktörler rol oynamıştır.
Türklerin tarih boyunca kurdukları en büyük devletlerden biri olan Osmanlı Devleti´nin çöküşü yapılan ıslahatlara rağmen durdurulamamıştı. Fransız İhtilâli ile yayılmaya başlayan milliyetçilik fikri bu parçalanmayı hızlandırdı. Türkleri, Avrupa´dan ve Anadolu´dan çıkarmak isteyen İngiltere, Fransa, Avusturya ve Rusya milliyetçilik fikrini Osmanlı Devleti´ni yıkmak için kullandılar. Önce, Balkanlar´da Yunanlılar ve Sırplar ayaklanıp Osmanlı Devleti´nden ayrıldılar. Rusların kışkırtmalarıyla Ermeniler de Doğu Anadolu´da ayaklanmaya başladılar. Diğer taraftan, İngilizler Doğu Akdeniz´de söz sahibi olabilmek için 1882´de Mısır´ı işgal ettiler.

Devletin ekonomik durumu da perişan bir vaziyetteydi. Kapitülâsyonların etkisiyle ülke, Avrupa devletlerinin açık pazarı hâline gelmiş, yerli sanayi kurulamamıştı. Sık sık yapılan ve yenilgiyle sonuçlanan savaşlar, ekonomiyi çökerten bir başka sebepti. Dışarıdan alınan borçlar ödenemediği için alacaklı devletler, Osmanlı Devleti´nin gelirlerine el koymuşlardı.
Devletin hızla parçalanmaya doğru gittiğini gören aydınlar, padişahın yetkilerinin sınırlandırıldığı bir yönetim şekli kurulursa kurtulmanın mümkün olabileceğini ileri sürmeye başladılar. Aydınların zorlamasıyla 1876 yılında Birinci Meşrutiyet ilân edildi. Birinci Meşrutiyet Dönemi uzun sürmedi. 1878´de meşrutiyet yönetimine son verildi. 1908´de İkinci Meşrutiyet ilân edildi.

Mustafa Kemal Atatürk, işte bu olayların yaşandığı bir ortamda doğup büyüdü. Askerî okulda okuduğu sırada, pek çok kitap okuyup, dünyada meydana gelen siyasî, ekonomik, sosyal, kültürel ve bilimsel gelişmeleri izledi. Ayrıca zamanın en önemli dili olan Fransızca´yı öğrendi. Osmanlı Devleti´nin karşı karşıya bulunduğu siyasî, ekonomik, sosyal, kültürel ve askerî sorunlarla yakından ilgilendi.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti yıkılırken, Türk milletinin kurtuluşu için mantıklı bir yol bulunması gerekiyordu. Bu yol, Türk milletinin hür ve bağımsız bir şekilde yaşayabilmesi için, yeni bir devletin kurulması idi. Çünkü milletlerin bağımsız yaşamaları devlet kurmakla mümkündü. Başta, Ziya Gökalp olmak üzere, bazı aydınlar tarafından savunulan Türkçülük fikri, Mustafa Kemal´i büyük ölçüde etkiledi.

Mondros Ateşkes Anlaşması´ndan sonra, başlatılan ölüm kalım savaşı Türkçülük fikrinin ürünüdür. "Ya istiklâl ya ölüm." parolasıyla başlatılan Millî Mücadele, millî egemenliğe dayalı bir devlet kurmayı amaçlıyordu. Tarih boyunca büyük devletler kuran Türk milletinin bağımsızlığına kavuşturulması onun en büyük ülküsü idi. Atatürk, gücünü tarih boyunca bağımsız yaşamayı ilke edinmiş olan Türk milletinden aldı.

Milletimizi benliğine ve egemenliğine kavuşturarak demokratik bir düzen içinde çağdaşlaşmasını sağlayan Atatürkçü Düşünce Sistemi; çeşitli olayların akıl yoluyla değerlendirilmesi ve tarih bilinciyle yorumlanmasıyla oluşmuştur.


EYLEMSEL DÜŞÜNÜR OLARAK ATATÜRK

Atatürk´ün bir eylem adamı olduğu, onda bir düşünürde aranacak niteliklerin aranamayacağı biçimindeki sav yaygındır. Ancak, baş kahramanı olduğu olaylara bir göz atmak bile aksi kanıyı uyandırmaya yeterlidir: Atatürk Samsun´a ayak basmadan önce yüklendiği tarihsel görevin ne olduğunu saptamış ve amaca varmak için uygulayacağı programı kesinlikle tasarlamıştı. Kendisini olayların akışına hiç bir zaman kaptırmayıp, tam tersine onları kendi lehinde yönlendirmeyi, onlardan yararlanmayı başarmış olması da, esasen, ancak bu bilinçliliği ile açıklanabilir. Fikirlerinin berraklığı, kurucusu olduğu kurumlarda yansıyan dahiliğinin parıltıları, ona çağdaş İslam evreninin en büyük düşünürlerinin eriştikleri noktanın çok ötesinde; çok üstünde ayrı bir yer sağlamaktadır: söylevlerinin incelenmesinden edinilen kanı budur.

Eseri insanın karşısında anıtsal bir gerçek olarak durduğu için, Atatürk´ün fikir yönü gözden kaçmaktadır. Fikirlerini gerçekleştirmeyi başarmış olması adeta bir kusur gibi yüzüne vurulmak istenmektedir: oysa fikirler, gerçekleşmekle, ideal düzeydeki anlamlarını ve değerlerini yitirmezler.
Dendiği gibi, onu eylemce iten, düşüncesidir. Düşüncesi o kadar güçlü ve özgün bir düşüncedir ki, nedeni ve parçası olduğu eylemleri, yepyeni bir ışık altında görür´, onlara yeni boyutlar kazandırır. Gerçekten de yetenek sahibi her´´hangi bir Türk generali direnme hareketinin başına geçip günün birinde Sakarya kıyılarında yurdu istila eden düşmanla muharebeye tutuşabilir ve onu yenebilirdi. Ancak, "Kahraman Türk neferinin Anadolu muharebelerinin manasını anlaması, yeni bir mefkûre ile muharebe etmesi" yalnızca Atatürk tarafından sağlanabilirdi. Muharebeyi izleyen günlerde, uyanan bu yeni bilinci ülkeyi coşturan bu yeni ideali gözleyen bizzat kendisidir: Atatürk yalnız geleneksel düşüncenin sınırlarını parçalayıp kolayca aşan bir devrimci değildir; o aynı zamanda olaylara olduğu kadar kendi düşünce dünyasına bilincinin ışığını tutan bir düşünürdür. Devrimi sürdürerek, ilkeleri uyarınca saltanatı ve daha sonra hilafeti ortadan kaldırıp Cumhuriyeti ilan ettiği, bir takım cüretli atılımlarla ülkenin genel görünümünü değiştirdiği yıllar boyunca, Sakarya muharebesi yeni bir anlam ve önem kazandı. Sakarya muharebesi "Doğunun, Batı uygarlığını, Batıya karşı savunduğu muharebe" olarak tarihe geçmeye hak kazandı.

Öte yandan eylemini, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet dönemleri olmak üzere, iki döneme ayırmak âdet olmuştur. Kurtuluş savaşında asker olarak parlak zekâsını ortaya koyduğu, Cumhuriyetin ilanından sonra ise devlet adamı ve reformcu olarak sivrildiği ileri sürülür. Bu sav, eserini çok yanlış ya da maksatlı açıdan görenlerin savıdır. Çünkü yazılı ve sözlü beyanları hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak bir kesinlikle tam tersini kanıtlamaktadır. Devrimin özünü oluşturan esaslar 1919-1923 yılları arasında hem uygulamaya temel olmuş, hem de birer ilke olarak dile getirilmiştir. Bu da göstermektedir ki Cumhuriyet dönemiınde başarılan işler ne kadar önemli ve çarpıcı olursa olsun, gene de bu öncüllerin doğal ve zorunlu birer sonucudurlar.

Gerçekten, Wilson ilkelerine baş vurmak ve böylece impâratorluğun ve saltanatın temelini oluşturan Osmanlılık ilkesine ilk ciddi darbeyi indirmek suretiyle Türk ulusçuluğu esaslarına dayanan programı kaleme alması, Samsun´a ayak basmasını izleyen günlere rastlar. Gene o günlerde ulusal egemenlik ilkesinin ilanını hazırlayan beyanlarda bulunur. Milli Misak ve anayasa, savaşa girişilirken kaleme alınmıştır: bunu belirten bizzat kendisidir. Ayrıca, ekonomik temelleri sağlam bir devlet yaratılmasını, akılcı ve ulusçu bir eğitim kurulmasını, Cumhuriyetin ilanından önce talep etmiştir. Nihayet, savaş süresince çok büyük bir ihtilalin gerçekleştiğini idrak eden gene kendisidir. Atatürk´ün çok yönlü kişiliğini daha iyi anlamak için bir özelliği göz önünde tutulmalıdır: Atatürk Türk ulusunun ortak bir duygusunu, din duygusunu sömürmekten - bunun tükenmez bir manevi güç kaynağı olacağını bildiği halde - kesinlikle ve sistemli olarak kaçınmıştır. Hiç bir zaman müttefiklere ve Yunanlılara kutsal savaş ilan etmemiştir. Ulusçuluk ilkesini bayrak edinmiş ve, yığınların anlayışsızlığını yenmek zorunda kalacağını, şiddetli bir direnme ile karşılaşacağını bildiği halde, ulusta bu yeni bilinci uyandırmaya çalışmıştır. Bu yüzden Anadolu´da yer yer ayaklanmalar olmuştur; onun bu, temel ilkeler konusunda ödün vermeme kararı, Ankara hükümetinin direnişi örgütleme çabasını çok güçleştirmişse de, toplumu ileride başlatılacak olan yenilik hareketlerine hazırlama bakımından yararlı olmuştur.

Bu kadar aydınlık ve berrak bir zekâya sahip olan bir insanın kendi eserinin anlam ve değerini kavrayamayacağı düşünülemez. Hukuk okulunun açılması münasebeti ile, Ankara´da söylediği söylevde devrimin geçirdiği aşamaları ana hatları ile dile getirir: Atatürk´ün gözünde başarılan ihtilal o denli önemli ve geçmiş ihtilallerin hepsinden nitelik bakımından o kadar farklıdır ki ona bir başka ad vermek gerekir: Gerçekten de, bu ihtilal sayesinde Türk toplumu tümüyle dünyaya dönük - yani akılcı ve laik - yepyeni bir zihin yapısı edinmiştir.


HALİFELİĞİN KALDIRILMASI

Kısa zamanda, içteki ve dıştaki bazı gelişmeler gösterdi ki, halifelik kaldırılmadığı takdirde, "millet egemenliği" ilkesi her an tehlikeye düşebilecek; zamanla halife egemenliğe ortak olmağa kalkışacaktı. İslâm hukukuna göre, halifenin görev ve yetkilerinin sadece dinî konularla sınırlı olmayacağı, hilâfet makamında oturan kisinin mutlaka dünyevî siyasî iktidara da sahip olması gerektiği tezi, daha ilk günlerden itibaren, hilâfet yanlıları tarafından ileri sürülmeğe başlanmıştı. Yurt dışında, İngilizlerin etkisi altındaki Ağa Han, halife ile Ankara Hükümeti arasındaki ilişkilere karışmağa kalkıştı. Bazı din adanılan ve siyasetçiler "hilâfetin hak ve görevlerini hiçbir meclisin sınırlayamayacağım" ileri süren propagandalara giriştiler. Şartlar halifeliğin kaldırılmasını zorunlu hâle getirmişti.

1 Mart 1924´te, yeni seçilen II. dönem TBMM´nin toplantı yılını açarken, Atatürk, önemli bir konuşma yaparak şu gerçeği belirtti: "Millet cumhuriyetin, bugün ve gelecekte, her türlü saldırıdan kesin ve ebedî olarak korunmasını istemektedir. Çağdaş ve medenî yönetimin bütün gereklerini basit ve çabuk şekilde memlekette tatbik etmek icap eder."

3 Mart 1924´te halifeliğin de kaldırılmasıyla, 1919´da başlamış olan "millî egemenlik" hareketi tabiî sonucuna ulaştı; egemenliğin bütünüyle millete ait olduğu ilkesi, beş yıl süren bir gelişme sonunda, devlet yapımıza tam anlamıyla yansımış oldu.


HARF İNKILÂBI

1 Kasım 1928´de, daha Önce Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Lâtin esasından alman harfler, Türk dilinin özelliklerini belirten işaretlere yer vererek Türk harfleri adı ile 1353 sayılı kanunla kabul edilmiştir. Harf İnkılâbı yazı dilinde kullanılan Arap harflerinin yerine yeni Türk harflerinin alınmasını ifade eder.

Arap harfleri, Arap diline çok iyi uymakla beraber, Türk dili için yetersiz ve elverişsizdi. Türkçe, Arap harfleri ile kolay yazılıp okunamıyordu. Konuşulduğu hâlde yazılamıyor, yazıldığı gibi okunamayan bir yazı dili söz konusu olmakta idi. Okuyup yazmayı kolaylaştırmak ve yaymak, modern eğitim ve öğretimin gerçekleşmesine çalışmak ancak Harf İnkılâbı ile sağlanabilirdi.

Harf İnkılâbı, 1000 yıllık Arap harfleri ile yazı yazmak geleneğini yıkarak, batı kültürü ile yakınlaşma sağladığından, Atatürk´ün önderliğinde kültür inkılâbına yol açan, büyük bir inkılâptı. Sosyal, kültürel ve siyasî alanda geniş yankılar yaratmıştı.

Türk milletinin düşüncesine şekil veren yazı, Arap fonetiğine, Arapçanın özelliklerine uyan yazı olamazdı. Türk milletinin düşüncesine uyan yazı, Lâtin alfabesinden alınan, Türk dilinin özelliklerine uyan Türk harfleri olabilirdi. Harf İnkılâbı ile Türk düşüncesi bu kolay ve en akılcı bir yolla şekil almış, kültür hazinesinin zenginleşmesine imkân vermiştir.

Atatürk, Harf İnkılâbını, sadece kolay okuyup yazma için bir yazı tekniği meselesi olarak ele almamıştır. Lâtin alfabesinden alınan Türk harfleri, batı uygarlığına katılma işini de kolaylaştırmıştır. Harf İnkılâbı aynı zamanda, dilde reform yolunu açacaklara bir dayanak olmuş ve onlara güç kazandırmıştır. Dilde sadeleştirme, Türkçeleştirme akımına hız vermiştir. 

Harf İnkılâbı, kolay okuyup yazma yanında okuma alışkanlığını da artırmış ve yaymıştır. Harf İnkılâbının en Önemli yönü, Kültür İnkılâbının temel yapısını teşkil etmesi, Türk kültürünün gelişmesine imkân vermiş olmasıdır.

ATATÜRK´Ü HUMANİST BİR PERSPEKTİFTE KAVRAMAK

Atatürk´ün kişiliğini ve eserini incelemiş olan tarihçileri yanıltan çeşitli etkenlerin var olduğu kabul edilmelidir. Mussolini´nin ve Hitler´in çağdaşı olması, bir takım karşılaştırmalara ve benzetmelere yol açmıştır: günün geçerli yöntemi olan pragmatik ve pozitivist yöntem bu yoldaki çalışmalara hız kazandırmıştır. Ancak pragmatik ve pozitivist yöntem her şeyin yüzeyinde kalan, derine işlemeyen bir yöntemdir: böyle olduğu için de, geçerli bir yöntem olabilmesi ya da, hiç olmazsa, büyük yanılgılara yol açmaması için, bizzat olayların akla ve mantığa uygun olmaları ve gene akla uygun ve mantıklı koşullardan kaynaklanmaları gerekir. Ne var ki bu yöntem batı evreninden, yani içinde doğduğu evrenden farklı bir evrenin sorunlarını incelemek için kullanıldığı zaman tümüyle yetersiz olduğunu ortaya koymakta gecikmemektedir.

Pragmatik yöntem Atatürk´ün, tıpkı Mussolini ve Hitler gibi, ülkede tek partili bir düzen kurmuş olduğunu saptamakla yetinir. Gözlemleri bu olay üzerinde odaklanır; değişik ülkelerde aynı sonucu doğuran çok değişik ve özel koşulların bulunabileceğini hesaba katmaz ve böyle bir araştırma ile kendini görevli saymaz: olayların nedenlerini incelemeye yanaşmaz. Güdülen amaçların ne olduğu ile de ilgilenmez. Oysa Atatürk ile Avrupalı diktatörler arasındaki büyük fark, güdülen değişik amaçlardadır. Mussolini ile Hitler Fransız ihtilalinin ilkelerine cephe alırlar ve, demokrasinin kokuşmuş bir yönetim biçimi olduğu savı ile, aslında diktatörlüğün övgüsü olan yeni bir devlet kuramı oluşturmaya uğraşırlarken, "diktatör" Atatürk kent kent dolaşıyor, cumhuriyet rejiminin yararlı yanlarını anlatmaya çalışıyordu; "Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir; sultanlık korkuya, tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir" diyordu. Takriri sükûn yasasının yürürlükte olmasından yararlandıysa "yalnız ve ancak bir noktai nazardan istifade etmiştir... 
O noktai nazar şudur: Türk milletini, medeni cihanda, lâyık olduğu mevkie ıs´at etmek ve Türk Cumhuriyetini sarsılmaz temeller üzerinde, her gün, daha ziyade takviye etmek için" yararlanmıştır. Bu ise, ancak bir koşulla, "istibdat fikrini öldürmek" koşulu ile olanaklıydı. De facto diktatörce olmakla beraber, kurulan rejim demokrasi ilkelerine inancını ilan eden ve toplumu demokratik ideale göre eğitmeyi amaç edinen bir rejimdi. Nesnelerin gözle görülür somutluğundan başka gerçek tanımayanlar için bu oldukça karışık bir durum gibi gözükebilir; ancak, ister çapraşık diye nitelensin, ister öngörüşlü olarak kabul edilsin, bu davranış Türk toplumuna 1945 ´te çok partili rejime geçme ve, ülkeyi herhangi bir bunalıma sürüklemeksizin, 1950 seçimlerinde bir çeyrek yüzyıl süre ile ulusun yazgısını elinde tutmuş olan Cumhuriyet halk partisini iktidardan uzaklaştırma olanağını vermiştir.

Eserinin yanlış anlaşılmasına yol açan ikinci bir etken, 1917´de Rusya´da patlak veren komünist ihtilalidir. Atatürk´ün siyasal ve toplumsal kurumların laikleştirilmesi için gösterdiği çaba, kötü niyet ya da bilgisizlik yüzünden, marksizmin öğretisel ateizmi ile sık sık karıştırılmıştır. 

İşte bu çeşit yanılgıların önlenmesi ve Atatürk üzerine bugün hâlâ özlemi duyulan ciddi bir eserin yazılabilmesi için, onun Mecliste ve Meclis dışında söylediği söylevleri ve özellikle 1927 yılında okuduğu Büyük Nutuk´unu okumak ve iyi anlamak gerekir. Bu o kadar kolay bir iş değildir; çünkü Atatürk´ün düşüncesini ve eserinin taşıdığı anlam ve değeri gerçekten anlayabilmek için iki ayrı evreni kapsayan geniş bir bilgiye gerek vardır: batının humanist değerlerini olduğu kadar, kuramsal eserlerden çok günlük hayatın gerçekliğinde beliren İslamlığın ruhunu tanımak zorunluluğu vardır. Oysa, batılı bilginler genellikle devrimin, kendi evrenlerine hiç te yabancı olmayan amaçlarını çok iyi anlamakla beraber, devrimin fikirsel ve manevi alanlarda harcamak zorunda kaldığı çabayı ölçecek, devrimin taşıdığı evrensel nitelikteki değeri kavrayacak güce sahip değildirler; bunun nedeni; bir yandan batılı olmayan dünyayı tanımamaları, bir yandan da kullandıkları pragmatik yöntemdir. Doğulu bilginlere gelince, bunlar batıyı çok yüzeysel bir biçimde tanımaktadırlar ve, Atatürk´ün çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma yolunda harcadığı çabanın büyüklüğünü değerince anlamakla beraber, devrimin gerçek amaçlarının ne olduğunu saptamak ve dolayısıyla devrimi fikir düzeyinde değerlendirmek gücünden yoksundurlar.

Ruhuna erişilmesi ne kadar zor olursa olsun, Nutuk, Atatürk´ün kişiliğini ortaya koymak isteyen için en önemli kaynaktır. Böyle olduğu halde, bugüne kadar hiç bir ciddi incelemeye konu edilmemiş olması dikkat çekicidir.
Onu gerçekten anlayanlar için, Nutuk edebi ve tarihsel değeri ilk bakışta göze çarpan önemli bir eserdir. Bizim kanımıza göre, Nutuk biçim ve içerik bakımından Türk nesrinin en büyük eseridir.

Tarih eseri olarak, değeri her ölçünün üstündedir: tarih eserinden olayların gerçeğe uygun bir anlatımı ve mantığa uygun bir yorumu anlaşılıyorsa, 1919-1927 yılları arasında yer alan olayların bu anlatımından ve bu yorumundan daha kusursuz bir şey düşünülemez; çünkü yazar o olayları tasarlayıp gerçekleştiren insandır. Böylece Thukydides´in dilediği ideal durum oluşmuş olmaktadır. Atatürk´ün söylevi, tıpkı Thukydides´in tarihi gibi, bir tarih ve sanat eseridir, ve nasıl Thukydides´in eserinde devlet adamlarına atfedilen söylevler çıplak olayları fikir yönünden aydınlatıyorsa, Atatürk´ün Nutuk´unda da gönderilip alınan telgrafların metinleri okuyucuyu Kurtuluş savaşının manevi ortamına sokuyor; bununla da kalmayıp, geçen olayların en derin nedenlerini ortaya koyuyor. Nutuk´a geçirilen bu metinler birer gerçek belgedir; bu nitelikleri ile, Thukydides´in tarihine serpiştirdiği söylevlerden daha büyük bir değer taşırlar. Bundan daha önemli olmak üzere, o metinler bize asıl savaşımın muharebe meydanlarında değil, telgraf makinelerinin başında sürdürüldüğünü göstermektedir.

Değinilmesi gereken önemli bir konu daha var: Atatürk devriminin fikirsel değerini hiçe indirmekte çıkarı olanlar, onun eserinin geçmiş çağlarda girişilen reform hareketlerinin yalnızca bir devamı olduğu görüşünü ileri sürerler; kişisel bir yargıya varma gücünden yoksunluğu bilimsel nesnelliğe sıkı bir bağlılık biçiminde anlayanlar da bu sava katılırlar. Devrimin önceki dönemlerin olaylarını izlediği, önceki dönemin tarihine bağlandığı kuşkusuz yadsınamaz. Ancak Atatürk´ün düşüncesi ile Osmanlı yenilikçilerinin düşüncesi arasındaki farkın öz farkı olduğu da ancak körü körüne yan tutanlarca reddedilebilir. Bu fark bir derece farkı değil, bir nitelik ve ruh farkıdır.

Özellikle ticaretle ilgili bir çok maddelerinin şeriat esaslarını açıkça çiğnediğini bildiğimiz Mecelle´nin hazırlanması ile - İsviçre vatandaşlık yasasının hemen hemen eksiksiz bir çevirisi olan - Türk vatandaşlık yasasının, nisan 1926 tarihinde Türkiye´de yürürlüğe konması ve böylece yeni bir hukuk düzeninin kurulması arasındaki fark ne ise, bu iki düşünce arasındaki öz farkı odur. Aynı zamanda Peygamberin temsilcisi olması dolayısıyla, uyruklarının dünyasal ve ruhsal efendisi durumunda olan bir hükümdarın, kurulmasına razı olup izin verdiği bir parlamentolu rejimle, ulusal egemenlik ilkesine dayanan cumhuriyetçi ve laik bir rejim arasındaki fark ne ise, o iki düşünce arasındaki fark ta öyle bir ruh farkıdır. Nihayet, Sokrates´le davranışlarının bir örneğini Platon´un Phaidros´unda gördüğümüz sofistleri karşı karşıya getiren bakış açısındaki farklılık ne ise, bu da öyle bir farklılıktır. 

Sokrates, halkın çabucak kanıp inanma mizacı ile alay eden; Oreithyia adlı genç kızın Bora tarafından kaçırıldığına inanmayıp, rüzgârın kızı, kayaların üstünde arkadaşı Pharmakeia ile oynarken itip aşağıya yuvarlamış olacağını düşünen sofistlerin görüşüne uymayı reddeder. Eski mythosların bu biçimde, akılcı bir zihniyetle, yorumlanmasında onun için çekici bir yan yoktur; yararını da görmemektedir. Onun tutumu başkadır: bu halk öyküsündeki şiir havasını beğenir, ancak bu masalı mantığın ölçülerine vurarak incelemeyi reddeder. Mythosun yeri mythos alanıdır; bu alanı felsefe araştırmaları alanından ayrı tutar. Oreithyia ile Bora efsanesi onun gözünde halkın ince ruhunu dile getiren güzel bir masaldır, o kadar. Sofistler ise akılcı yorumları ile efsanenin şiir havasını bozmakta, buna karşılık gerçeği bulgulama yolunda tek adım atamamaktadırlar. Sokrates´in sofistleri eleştirmesinin nedeni budur.

Aslına bakılırsa, Sokrates geleneklere sofistlerden daha saygılıdır. Ancak yığınlar bunu kavramakta güçlük çekerler; onların kanılarında mantığın yeri pek yoktur. Halk yığınları ciddi bir zihin çabası gösterme gücünden yoksun olduğu için daima ödünlü uyuşma yoluna sapanlarla beraberdir. Sofistlerin davranışı böyle bir ödünlü uyuşmadan -eski değer yargıları ile yeni görüşleri birlikte koruma olanağını veren bir ödünlü uyuşmadan - öteye varmaz. Sofistler mythosu bir yana itmiyorlar; kayaların üzerinde oynarken birdenbire yok olan Oreithyia´nın anısına bir bakıma bağlıdırlar. Bambaşka bir biçimde yorumlamakla beraber onlar efsanenin verilerini kabul ediyorlar. Hiç bir şeyi yıkmıyorlar, ortadan kaldırmıyorlar; eski bir öyküyü çağdaş anlayışa, günün görüşlerine ve duygularına uydurmakla, yani modernleştirmekle yetiniyorlar. Oysa Sokrates yıkıyor, yok ediyor. Tanıma kaynağı olarak mythoslar, tanıma kaynağı olarak ataların aktardığı bilgiler onun için geçersiz şeylerdir. Hakikatin kaynağı, devletin manevi ve toplumsal düzenine temel oluşturan ilkelerin kaynağı onun için artık gelenekler değil, akıldır. Bu durumda sofistler yenilikçidir, ama Sokrates ihtilalcidir. Onun Atina mahkemesi tarafından ölüme mahkûm edilmesinin gerçek nedeni bu ihtilalciliğidir.

29 Ekim 1923´te Cumhuriyetin ilanını izleyen dönem, coşkulu bir etkinlik ve yaratma dönemidir. Atatürk´ün burada çizilen manevi portresi göz önünde tutulursa, büyük devrimi meydana getiren - laik devletin kurulması, Arapça ve Farsça nın okullardan kaldırılması, öğretimde çağdaş bilimlere ağırlık verilmesi, ülke kapılarının batı tekniğine açılması, din esasına dayanan yasanın yerine İsviçre vatandaşlık yasasının ve İtalyan ceza yasasının konması, Arap harflerinin kaldırılıp Latin harflerinin kabul edilmesi, Avrupalı örneklerine uygun bir çok toplumsal ve kültürel kurumlarla bir çok eğitim ve sanat kurumlarının kurulması, giyim kuşamda batıya uyulması gibi - büyük atılımların bu kadar kısa bir zamana nasıl sığdırılmış olduğu daha iyi anlaşılır. Birbirini süratle izleyen bu aşamaların son amacı ülkeyi, önceden ve özenle hazırlanan bir plan gereğince, özü ve görünümü ile baştan başa değiştirmektir.

Radikal yenilenmeden Atatürk´ün anladığı, toplumun tümüyle de olsa sadece maddi yaşamının değişmesi değil, onun kültürel ve manevi yaşamının da özlü bir değişmeye uğramasıydı. Yeni değerlerin kabul edilmesini yeterli bulmuyordu; istediği, bu değerlerin kişilerin zihnine işlemesi, onların zihin habitus´u haline gelmesiydi. 

Pratikte imparatorluğun bütün ticaretini Müslüman olmayan azınlıkların tekeline bırakan ve böylece - dinin koyduğu ticaret yapma yasağının da yardımı ile - Türk ulusunu etkin yaşamdan uzak tutup onu tam bir hareketsizliğe zorlayan kapitülasyonların kaldırılması, Türk toplumunun bundan sonraki atılımını olumlu yönde etkilemiştir.


ATATÜRK İLKELERİ´NİN AMACI

Millî Mücadele´miz başarıyla sonuçlanıp bağımsızlık kazanılmıştı. Fakat son yüzyıllarda milletimizin içinde bulunduğu geri kalmışlık devam ediyordu. Bu durumu ortadan kaldırmak için Türk toplumunu aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak gerekiyordu. 

Atatürk´e göre çağdaş milletler, bu niteliklerini bilim ve teknolojiyi kendilerine rehber ederek kazanmışlardı. O hâlde, Türk milletine de her alanda yol gösterecek tek rehber, bilim ve teknik olmalıydı. Bu bakımdan ilim ve fennin dışında rehber aramak Atatürk´e göre gafletti, cahillikti ve doğru yoldan sapmaktı.

Atatürk, Onuncu Yıl Nutku´nda "Türk milleti, millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir" diyerek millî birlik ve beraberlik açısından dayanışmanın önemini vurgulamıştır. Atatürk ilkelerinin amacı, Türk milletinin birlik, beraberlik içinde onurlu ve mutlu bir hayat sürmesini sağlamaktır. Bağımsız ve güçlü bir Türkiye, ulaşılmak istenen başlıca hedeftir. Türkiye Cumhuriyeti´nin gelişmesi, güçlenmesi ve sonsuza kadar bağımsız yaşaması varılmak istenen nihaî sonuçtur. Bunun için yeni Türk devleti, Atatürk ilkeleri ile çağdaş temeller üzerinde kuruldu. 

Türkiye Cumhuriyeti´nin dayandığı Atatürk ilkeleri; "Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Lâiklik ve İnkılâpçılık" tır. Bu ilkeler 1937 yılında anayasaya girdi. Türkiye Cumhuriyeti´nin niteliklerini belirleyen bu ilkelerin öğrenilerek, davranış hâline getirilmesi gerekir.


ATATÜRK İLKE VE İNKILÂPLARI´NIN DAYANDIĞI ESASLAR

Atatürk ilke ve inkılâplarının dayandığı sosyal, siyasal, kültürel ve tarihî temeller vardır. Değişik konularda değindiğimiz bu esasları, toplu olarak şöyle sıralaya
biliriz:
- Millî tarih bilinci,
- Vatan ve millet sevgisi,
- Millî dil,
- Bağımsızlık ve özgürlük,
- Egemenliğin millete ait olması,
- Millî kültürün geliştirilmesi, 
- Türk toplumunun çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarılması, 
- Türk milletine inanmak ve güvenmek,
- Millî birlik ve beraberlik,
- Ülke bütünlüğü.

Millî Tarih Bilinci
Millî tarih bilinci, fertlerin ve milletlerin tarihlerine ve geçmişlerine bağlılıkları, tarihlerindeki övünülecek olaylar ve şahsiyetler ile gurur duymaları, onlardan cesaret ve örnek almalarıdır. Böylece geçmişteki kötü olaylardan ders alarak böyle durumlara bir daha düşmemeleridir. Tarih bilincinin uyandırılmasında millî günlerimizin ve zaferlerimizin büyük bir yeri vardır. Bundan dolayı, millî günlere milletçe gereken önem verilmelidir. Millî değerlerine sahip çıkmayan, onları yeni nesillere aktarmayan milletler, yaşama güçlerini kaybederler.

Vatan ve Millet Sevgisi

Vatan; atalarımızın kan dökerek, can vererek bizlere miras bıraktığı, üzerinde yaşadığımız kutsal topraklardır. Bu uğurda her türlü fedakârlığı bizim de yaparak kendimizden sonra gelenlere bu emaneti teslim etmemiz lâzımdır. Bu da ancak vatanını ve milletini sevmekle olur.

Millî Dil 

Türk milletini bir arada tutan, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını sağlayan en önemli faktörlerden birisi de millî dilidir. Dil, millî birlik ve beraberliği korumada en etkili güçtür. Dil millî duyguyu geliştirerek, bağımsızlığın korunmasını sağlar.

Bağımsızlık ve Özgürlük

"Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir." diyen Atatürk, yeni
Türk devletini bu düşünceden ilham alarak kurmuştur.
Hür ve bağımsız olmayan bir millet, istediği gibi hareket edemez. Bunun için
Atatürk yeni Türk devletini hür ve bağımsız temeller üzerine kurmuştur.

Egemenliğin Millete Ait Olması

Atatürk ilke ve inkılâpları millet egemenliğine dayanır. Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ilkesi ile kurulmuştur. Atatürk, inkılâplarını bu ilkenin ışığında gerçekleştirmiştir. 

Millî Kültürün Geliştirilmesi 

Millî kültür, millî benliğin gelişmesinde, güçlenmesinde önemli rol oynar. Bundan dolayı Türk milleti için millî kültür hayatî önem taşır. Millî kültür dinamik ve gelişmeye açık olmalıdır. Aksi takdirde çağdaş kültürlerin gerisinde kalır.

Türk Toplumunun Çağdaş Uygarlık Düzeyinin Üstüne Çıkarılması

Atatürk´ün en büyük amacı, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmaktır. Atatürk Türk milletinin çağdaşlaşmasını her şeyden önce bir hayat davası ve var olma mücadelesi olarak kabul etmiştir.

Türk Milletine İnanmak ve Güvenmek
Atatürk´ün Türk milletine inancı ve güveni sonsuzdur. Millî Mücadele´ye Türk milletine güvenerek başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti´ni kurarken, Türk milletine olan sonsuz inanç ve güvenini hiç yitirmemiş, ilke ve inkılâplarının en güzel şekilde uygulanacağına inanmıştır.

Millî Birlik ve Beraberlik
Atatürk´ün en büyük amaçlarından biri de ülkede millî birlik ve beraberliğin sağlanmasıdır. Atatürk ilke ve inkılaplarının dayandığı temel esaslar, Türk milleti için büyük önem taşır. Çünkü Türk milleti bu temel esaslara sahip olduğu sürece hür ve bağımsız yaşayabilir.

Ülke Bütünlüğü 
Ülke bütünlüğü, devletin fizikî unsurunu meydana getiren ülkenin birliğini, bütünlüğünü ve bölünmezliğini ifade eder. Ülke bütünlüğü, ilk defa Erzurum Kongresi´nde "millî sınırlar içindeki vatan bir bütündür. Ayrılık kabul etmez" kararı ile belirlenmiştir. Sivas Kongresi´nde de aynen kabul edilerek, Misak-ı Millî ile milletçe uygulanan bir politika hâline gelmiştir.

Atatürkçülük, dinamik bir düşünce sistemidir. Çünkü daima geleceğe yöneliktir. Dinamik ideal, üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde millî birlik ve millî duyguyu meydana getiren Türk milletine ilişkin nitelikleri geliştirmeyi sağlayan hedefler ile Türk milletinin maddî hedefleri vardır. İkinci bölümde kişisel amaçlar bulunmaktadır. Fertlerin kültürlü olmaları, kişisel, sosyal ve millî güvenlik ideali birlikte ele alınmaktadır. Üçüncü bölümde ise manevî ve maddî hedeflere ulaşmamız için nasıl bir millî kültüre sahip olmamız gerektiği açıklanmaktadır.


ATATÜRK İLKELERİ´NİN ORTAK ÖZELLİKLERİ

Atatürk ilkelerinin çeşitli ortak özellikleri vardır. Bu özellikler şunlardır:
- Atatürk ilkeleri Türk toplumunun ihtiyaçlarından doğmuştur. Bunların kabul edilmelerinde ve benimsenmelerinde, herhangi bir dış baskı ve taklitçilik yoktur.
- Her ilkenin anlam, kavram ve yapısını, Türk milletinin ruhuna, karakterine ve geleneklerine uygun düşen yönüyle değerlendirmek gerekir.
- İlkeleri birbirinden ayırıp tek tek değerlendirmek yanlış olur. Bunlar bir bütünün parçalarıdır. Milliyetçilik ilkesi halkçılıkla, halkçılık ilkesi cumhuriyetçilikle yakından alâkalıdır.
- İlkeler akla ve mantığa uygundur.
- Atatürk ilkeleri gerçeklere dayanan, geleceğe yönelik, birbirleriyle uyumlu ve tutarlı olması özelliği ile bir bütündür. Atatürk ilkeleri, Atatürkçü Düşünce Sistemi´ni meydana getirir.


ATATÜRK´ÜN DEHÂSI, DAVRANIŞLARI VE ÇALIŞMA BİÇİMLERİ

Dehâ ve dâhi kavramı türlü biçimlerde ele alınmış ve tarif edilmiştr. Bunların başlıcalarını anıyoruz.
a) Doğuştan olağanüstü işler görmek ve eserler yaratmak kabiliyetinde olmak, yani olağanüstü yaratıcı bir dimağ taşımak.
b) Herkesten çok önce anlamak görmek, sezmek, kavramak, duymak ve duygulanmak.
c) Anlaşılması ve anlatılması imkânsız olan doğuştan büyüklük ve ululuk.
d) İnsanlığın gelişmesi sırasında ulaşabileceği en yüksek zirveleri görüp göstermek ve topluluğu oraya götürecek olağanüstü yaradılışta olmak.
e) Bazıları dehâyı uzun bir sabır diye tarif etmişlerdir.
f) Bir akşam sofrada (1926 yazı) dâhinin tarifi yapılır ve herkes bir görüş ortaya atarken, Atatürk şunu demiştir: "Dâhi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğunda herkes onlara delilik der."
Atatürk´ün taşıdığı vasıflar, bu tariflerin hepsine ayrı ayrı uyar. Onun dehâsının belirtilerini incelersek şunları görürüz. O, olağanüstü seziş, kavrayış ve duyuş hassalarına şu yönleri de eklerdi:
Ortaya çıkması muhtemel konu, sorun ve olayları çok önceden tahmin edip, onlar üzerinde derinden derine dimağını işletir, en kötü ihtimallere kadar her şeyi gözönünde bulundurarak gereken tedbirleri kararlaştırır ve durumun ilerdeki gelişme derecelerine göre bunları kafasında sıralardı. Amaçlarını iyice tesbit ederdi; kafasında hiç dağınıklığa yer vermezdi ve hiç bir olay onu boş bulmazdı.

Yukarıda Çanakkale vuruşmaları sırasında onun bu gibi davranıp ve görüşlerine rastladık. 6 Ağustos 1915 de başlayan İngiliz saldırıları dolayısiyle iki ay önce uyarılmaya çalışmış olduğu Liman von Sanders ve Esat Paşalar için: "... fikren hazırlanmamış oldukları harekât-ı hasmane karşısında pek nakıs tedbirlerle vaziyet-i umumiyeyi ve vatana pek büyük tehlikeye maruz bıraktıklarına vakayı şahit oldu" diye yazmıştır. İmlediğimiz üç kelime Mustafa Kemal´in büyük önem verdiği bir yönü aydınlatmaktadır.
Conkbayırı´nın geri alınması sorunu dolayısiyle O, şunu yazmıştır: "Muharebede kuvvetten ziyade, kuvveti maksada muvafık sevk ve idare etmek mühim olduğu düşünülmüyordu."

Yine bu Conkbayırı işinde kendisi üst ve alt makamlardakilerin inançlarına aykırı davranmaya karar vermesini izahı için şunları yazmıştır: "Bazı kanaatler vardır ki onların hesap ve mantıkla izahı pek güçtür. Bahusus muharebenin kanlı ve ateşli safhasında duyguların tevlit ettiği kanaatler... Bittabi her kanaat ve karar, içinde bulunulan ahval ve şerait tetkik ve bu tetkikat netayicini teferrüs (sezmek) ve takdir sayesinde tevellüt ener."

Başarı onun dehâsının verdği "sezme" gücünün sonucudur. Ancak O, bunun da, durumu tetkike ve ona göre karar vermeye bağlı olduğunu açıklamaktadır. Yani doğuştan olan "seziş" kabiliyetine ek olarak dimağı çalıştırmanın esas olduğunu belirtmektedir.

Paylaş Facebook  Paylaş twitter  Paylaş google  Paylaş linkedin
Yayın: 18.09.2018 - Güncelleme: 08.03.2022 08:05 - Görüntülenme: 1100
  Beğen | 0  kişi beğendi